ÜMİTLİ OLMANIN YOLU
Her sabah olduğu gibi bu sabah da büyük bir bezginlikle
uyandım. Telefonuma düşen bildirimler, yapılacak işler, yanıtlanacak mailler, yazılacak
metinler arasında kaybolduğum bir haftaya başlıyordum işte yine. Gece
geçirdiğim anksiyete ve peşinden gelen ağlama krizi nedeniyle şişmiş
gözaltlarımı yok edecek, göz makyajımı biraz abartacak; sahte gülüşümü mümkün
olduğunca saklamak için koyu bir rujun ardına sığınacak, sokulduğu
kıyafetlerden hoşnut olmayan bedenimi bir de rahatsız topuklu ayakkabılara
teslim edip tüm travmalarımla birlikte çıkacaktım evden.
Ümidimi kaybettim. Her şey o kadar saçma ilerliyor ki gerçekten ne istediğimi unuttum çoktan. Uzun süredir işyerinde sorun yaşıyor, verilen işleri gerekenden kısa sürede yapmam beklendiğinden yetiştiremiyor, bir gün gecikse dünya başına yıkılacakmış gibi davranan işverenimin bakışlarından kaçmak için geceleri de evde çalışıyorum. Bir reklam ajansında metin yazarıyım. Her daim birbirinden ilginç fikirlerim olması bekleniyor fakat ben tükendim. Aslında üniversiteden mezun olduğumda büyük hevesle atılmıştım bu işe. Önüme konan her işi büyük bir hevesle alıyor, her marka için birbirinden orijinal fikirler düşünüyordum. Sonra iş yüküm hep artmaya, maaşım aynı kalmaya, izinlerim yok olmaya ve işverenimin ağzı kocaman olmaya başladı. “Bö öşler bugüne yötüşeceeee…” Kocaman olan ağzı zihnimi yuttu sanırım. Bu tükenmişliğimin başka açıklaması olamaz.
Öte yandan çocukluk travmalarım peşimi bırakmıyor, eksik sevgiyle büyümenin yaşattığı acılara öfkeleniyorum; çiçeklerine bile benden çok su veren anneme kırgınlığım, büyüdükçe isyana dönüştü. Beni aslında kendisi büyütmek istermiş ama hayallerinden de vazgeçemezmiş neticede. İşiyle benim aramda bir tercih yapması gerekince sağ olsun babama teslim etmiş beni. Kulislerde büyütecek hali yokmuş ya. Ezberlemeye çalıştığı repliklerin arasında beni mi eğleyecekmiş bir de… Çok saçma olurmuş öylesi. Ufak tefek tiyatrolarda ufak tefek rolleri olan annem, hiçbir zaman ünlü olamayacağını anlayınca dönmüştü bize. Eve yani… Ben doğduktan birkaç ay sonra babama çocuk bakamayacağını söyleyip gitmiş arkadaşlarına. Şehirden şehre, türlü sefilliklerle turnelere çıkmışlar. Hiç çocuk oyununda rol almadığı için izlemeye de gidemedik tabii. Annemi tanımam, otuz sekiz yaşında, “Ben artık ünlü olamayacağım,” diye eve gelip babamın dizlerinde hönküre hönküre ağlamasıyla oldu. Yahu kadın, aradan geçmiş on altı yıl, döner dönmez söyleyeceğin ilk şey bu mu? İnsan bir özür diler. Hadi yapın gereği burnun düşse eğilip yerden almayacak bir insan olduğundan özür dilemek aklına gelmedi, bir kızının gözlerine baksaydın, şöyle bir, “Yavrum, canım kızım,” deseydin de Yeşilçam filmlerindeki gibi bir kavuşma sahnesi yaşasaydık… Anlatacak malzemem olurdu hiç değilse… Bencil işte. Babamın dizlerinde üç saat ağladıktan sonra geldi, “Merhaba Deniz, babanla aramız tam anlamıyla düzelene kadar senin odanda yaşayacağım. Salonda uyuman sorun olmaz herhalde?” dedi. Lütfettin!Babam hep çok âşıktı
anneme, hiç kızamazdı zaten ona, o an da kızmadı. O bencil cümleyle eve girdiği
andan itibaren de yine sarıp sarmaladı onu. Benim doğumumdan biraz da kendini
sorumlu tutuyordu sanırım… Bana hamile kalmasa ünlü olabilirmiş belki annem ama
babamın spermleri rahat durmamış işte. Babam, hayattaki her şeyden kendini
sorumlu tutabilecek bir adam… Utanmasa dünyadan özür dileyecek insanlar
kendisine zarar verdiği için… Her neyse, babamla görüşüyoruz arada. Annemi affettiği,
kraliçe gibi davrandığı için kırgınım ona da ama saçımı örebilmek için videolar
izlediği günlerin hatırına geçiyor kırgınlığım. Annemle ise üniversite
döneminde o evden ayrıldığımdan beri görüşmüyoruz. Arada telefonlaşıyoruz. “İyi
bayramlar, senin de bayramın kutlu olsun, babam aramamı söyledi de anneler
günün kutlu olsun demek için aradım, doğum
günün kutlu olsun Deniz, seni doğurduğum an hayatımın bittiğini sanmıştım,
teşekkür ederim.”
Aklımda düşünceler, iskeleye doğru yürüdüğümü sanırken
ayaklarım sağa dönmüş, Kuzguncuk’a varmışım. İşe geç kalacağım aşikâr. “Buradan
bineyim bari vapura, makyajımı da sileyim de hastalandım da geç kaldım
sansınlar,” diyorum kendi kendime. Nitekim makyajımı silince hortlağa
dönüşeceğim. Derken kendimi izbe bir konağın önünde buluyorum. Kapısı denize
açılıyor sanki. Öyle yakın maviye. Camları yok, tahtalar çakmışlar
çaprazlamasına. Adını veremediğim bir his çağırıyor sanki beni. Bir zil sesiyle
irkiliyorum. On bir-on iki yaşlarında, tatlı bir kız çocuğu hurdacı arabasıyla
gelmiş, zil çalıyor. Melodik bir şey ama. İlkokullarda çalan ziller gibi.
Yüzünde insanın içini yıkayan bir gülümseme var. Artık eminim, bu konağa
gireceğim. Kapıyı çalayım derken her şey üçüncü sınıf korku filmlerindeki gibi
gelişiyor ve ben tıklatırken kendiliğinden açılıyor kapı. “Hoş geldin,” diyor
karşımdaki. “Ne zamandır seni bekliyordum…”
Yüzü, saçlarının ardına gizlenmiş bu kadının bunu söylerken
gülümsediğini düşünüyorum. Saçını kulağının arkasına koyuyor, kocaman gözleri,
güzelim yüzü çıkıyor meydana. “Tanışıyor muyuz?” diyorum kekeleyerek. “Hayır,”
diyor, “şimdi tanışacağız. Ben bir Anı Biriktiricisiyim.” Elini uzatıyor.
“Deniz ben de.” Adıma havalı bir sıfat ekleyememek üzüyor
beni.
Elimi tutuyor, üst kata çıkıyoruz. Duvarlar gazete
kupürleri, çeşitli fotoğraflar ve yazılarla dolu. Doğduğu günden bu yana ne
varsa yaşanan, hiçbirini unutmamış. Zihnine kaydetmiş hepsini. Her şeyi
bilmenin yükü altında ezilmiş zamanla, kalbi taşıyamamış bu kadar ağırlığı.
Unutmak istemiş olmamış. Evrende ona ayrılan konum da buymuş: Anı Biriktiriciliği.
O da duvarlara yazmış tüm travmalarını, güzel anılarını; hatırlamak istediği ve
istemediği her şeyi. Gazetelerde okuyup da görmemiş olmayı dilediği şeyler de
bu duvarda yer bulmuş kendine. Hafızasına kaydettiği ne varsa bu duvarlarda.
Böylece biraz hafiflemiş ruhu, başka türlü yaşayamıyormuş.
“Buraya ancak gerçek anlamda ümidini yitirenlerin yolu
düşer, uzun süredir birinin gelmesini bekliyordum,” diyor.
Hemen çözülüveriyorum. Seansına 750 TL ödediğim bir
psikoloğun karşısında oturmuşçasına sıralıyorum her şeyi. “Çocukluk travmalarım,”
diyorum, “Annemle sorunlarımız,” diyorum, “İşyerinde yaşadığım sorunlar,”
diyorum… Kalbimde birikmiş ne varsa saçıyorum bir bir. Hiçbir şey söylemeden
kapıya götürüyor beni. “Bugünlük bu kadardı,” diyor. “Hoşça kal.” İşyerini
arayıp bir yakınımın öldüğünü söylüyor, birkaç gün izin almamın mümkün olup olmadığını
soruyorum. “Fazla uzamasın, aradığımızda sana ulaşabilelim,” deyip veriyorlar
izni. Belki de bazen dinlenebilmek için birilerinin ölmesi gerekiyordur gerçekten
de, diyorum kendi kendime.
Ertesi gün aynı saatte evden çıkıp yine konağa gidiyorum.
Aynı kız gelip zil çalıyor yine. Bu defa akşama kadar konuşuyoruz Anı
Biriktiricisi’yle. İki günün ardından orada kalmaya başlıyorum. Aynı kız çocuğu
her gün aynı saatte gelip aynı zili çalıyor; sanki umuda benzer bir şeyler
fısıldıyor…
Bir gün karşıma geçiyor Anı Biriktiricisi, “Bak,” diyor,
elini kalbime götürüyor. “Herkesin kalbinde dallanıp budaklanacak tomurcuklar
vardır. Bu tomurcuklar biz büyüdükçe filizlenir, çiçek açar; kötü şeyler
yaşadıkça da dikenleri çıkar. Senin kalbin diken dolmuş. Uzun süredir bu
dikenleri koparıp atmaya çalışıyorsun ama dikenlerle birlikte kalbindeki
tomurcuklara da zarar veriyorsun. Filizlenemiyorlar bir türlü. Dikenlerini kabullenirsen
eğer canını o kadar acıtmazlar, işgal ettikleri alanı daraltıp ümide de yer
açarlar. Ama koparmaya çalışırsan kendilerini hatırlatmak için daha da
acıtırlar canını. Sevmene gerek yok, sadece kabullen.” İçimi okşayan sesiyle
söylüyor bunları, gülümsüyorum. Bir şeylerin anahtarını bulmuş gibi
hissediyorum. Sıkı sıkı sarılıp çıkıyorum konaktan.
***
Ağzımda tuzlu bir tatla
uyanıyorum. Belli ki uyurken ağlamışım. Gördüğüm rüyanın etkisinden çıkamıyorum
bir türlü. Dışarı çıktığımda işe gitmek gelmiyor içimden, arayıp istifa
ettiğimi söylüyorum, annemi affediyorum. Yazıhaneye gidip bir bilet alıyorum
Geyikli'ye. "Bozcaada'ya gideceğim de," diyorum heyecanla. Karşımdaki adam, dışarıda kar yağarken Bozcaada’ya gidecek olmamı
yadırgıyor, “Ben artık ümitli olmanın yolunu buldum,” diyorum. “Hoşça kalın.”
gizemdemir

Yorumlar
Yorum Gönder