O SOĞUK YEL
“Önce Kurtköy’de bi’ ev almıştım, beğenmedim orayı sattım,”
diyor karşısındaki kadına havalı havalı, başındaki pembe şalı düzeltiyor.
“Sonra Kartal köprüsünün oradan aldım, orayı beğendim ama sattım orayı da,
babamlara uzak diye.” Sonra ailesine yakın olan bilmemnereden almış ev. Ukala
ukala anlatıyor, sinir oluyorum. Çünkü burası değil hava atmanın yeri. Rüzgâr’a
bakıp duruyorum ağlayacak mı diye. Kıpkırmızı olmuş yüzü, ağlayamıyor belli,
ama kötü, çok kötü. İncecik giyinmiş bu Aralık gününde. Ne yapacağını bilemiyor
belli. Ama ağlamıyor da, sıkmış yine kendini. O hep böyleydi zaten, poyrazı hep
kendine esen, kendi içini üşüten Rüzgâr… Yine kendi kalbini üşütüyor, belli. Kolay
mı, babası öldü, hem de gencecik yaşında.
Cemevindeyiz, Ahmet Amca’nın ölüm haberi geldi dün, epeydir
hastanede yatıyordu, doktorlar ümit yok demişlerdi ama bizde yine bir umut,
hastaneden çıkar diye beklemişiz. Boğazımda hissettiğim yumru nefes almamı
engelliyor. Göğsümün üstünde ise koca bir ağırlık. Bir boşluğun ağırlığı. Bir boşluğun
nasıl bir ağırlığı olur, bu boşlukla ne yapılır, bilmiyorum.
Gidip başsağlığı diliyorum çocukluk arkadaşım, hâlâ çok
sevdiğim, canım Rüzgâr’a. Eliyle koluma dokunuyor, kolumdan güç almak ister
gibi bir hali var, “Sağ ol,” diyor, “Nasılsın?” Bu soruya da şaşırıyorum. Öyle
bir an ki, kim ne dese garip geliyor bana sanki. “Yahu baban ölmüş, sen benim
nasıl olduğumu mu soruyorsun,” diyorum içimden, içim ezilerek. Ona da ağır
geliyor bence bu garip nezaket kuralları. Aylardır görüşmemişiz aslında,
gelmemişim İstanbul’dan ya da geldiğimde denkleşmemişiz. Başımı sağa
yatırıyorum, nasıl olsun der gibi. “Biz içeri geçelim,” diyor ablam. İçeri
geçiyoruz; Ahmet Amca’nın biricik, daima içi titreyerek baktığı, Gül diye hitap
ettiği, canının canı eşi yüzüne peçeteleri kapatmış, ağlayacak mecali kalmamış
ama ağıt yakmaya devam ediyor. Leyla Yenge, 30 yıllık can yoldaşını, kalbinin
yarısını, “Can,” diye hitap ettiği eşini nasıl verecek toprağa? Yıllardır
günlerini onunla hastanede geçirerek eşinin kurtulması, o adı batasıca
hastalığı yenmesi için her şeyi yapmış ama olmamış. Herkesin bir şeyi aslında
giden ama en çok da onun canı yanıyor, anlıyorum.
Öfkeliyim, çocukluğumun en naif yanını kaybettim. Dünyada bu
kadar kötü insan ve bunca kötülük varken kötü şeylerin, hastalıkların neden iyi
insanların başına geldiğini düşünmeyi bırakalı çok olmuştu aslında. Sonra
tanıdığım en naif en iyi niyetli, karşısındakine, “Canım benim,” derken bile incitmekten
korkan Ahmet Amca’nın kanser olduğunu öğrendik. O kadar iyi ki o, kanserli
hücreler onun bedeninde barınamaz diye düşündük sanırım ama işler öyle
ilerlemiyormuş. Artık Darıca’ya gittiğimde kimse balkondan, “Deniz, sen mi
geldin? Ah canım benim,” diye seslenmeyecek tüm içtenliğiyle. Yetim kalacak
bazı balkonlar ve çocukluğumuzun en güzel anıları.
Ben bunları düşünürken gasilhaneye geçiliyor, isteyen su
dökecek Ahmet Amca’ya ve son kez görecek. Çıkanın yüzü kireç gibi. Sonra ablam
biz gidelim eve, diyor gidip sarılıyorum Rüzgâr’a. Rüzgâr’dan ayırırken
kollarımı, bir meltem esiyor sanki, bir anı canlanıp konuyor kalbimin en ücra
köşesine. 10-11 yaşlarımdayım, Rüzgâr ve ablam da 12-13. Bir gün Leyla Yenge’nin bir yakını ağır bir ameliyat
olmuş. Annem ve Leyla Yenge hastanede refakatçi olarak kalacak. Biz de
anneannemlerdeyiz. Rüzgârlar anneannemlerin karşı komşusu, akrabamız aynı
zamanda. Biz üçümüz deli gibi oyun oynuyoruz, saat artık bire geliyor. Rüzgâr
da bizimle kalmaya karar veriyor ama gidip Ahmet Amca’dan izin almamız
gerektiğine kanaat getiriyoruz. Kuzenimiz de orada o gece, Belkıs. O zaman 4-5
yaşlarında, tatlı mı tatlı. Karşıya geçene kadar ona cümlesini ezberletiyoruz.
Apartman kapısından giriyoruz, daire kapısına geldiğimizde zile basıyor Rüzgâr,
adam kapıyı açıyor, daltonlar gibi dizilmişiz, sırayla bakıyor hepimize. Sonra
Belkıs söze giriyor, tam ezberlettiğimiz gibi, “Amet Amca, Yüzgâr Abi bu akşam
bizde kalabilir mi?” diyor. Ahmet Amca gülümseyerek Rüzgâr’a bakıyor, oğlum
zaten sabah oldu diyor,” gülüyoruz. “Tamam git kal bari,” diyor. O bu cümleleri
kurarken yıllar sonra bir gece onun ölüm haberini alacağımızı ve bizim için
uzunca bir süre hiç sabah olmayacağını bilmiyor. Hayatın garip oyunları…
Cemevinden çıkarken yüzümde garip bir gülümseme. Ahmet Amca
böyle tatlı bir hüzünle uğurlanmak isterdi nitekim. Sonra biz anneannemlere
geçiyoruz, helallik almaya getiriyorlar cenazeyi, o sırada kıymalı pideler
geliyor, cenaze kaldırıldıktan sonra herkes gelip kıymalı pide yiyip ayran
içecek. Kıyma kokusuna bulayacaklar Ahmet Amca’dan kalan boşluğu. Birileri
ikinciyi isteyecek, sinirleneceğim. Helva ne güzel olmuş, da diyecekler belki.
Ellerim titreyecek. Cenaze evinde yemek yenmesini sinirlerim hiçbir zaman
kaldırmayacak. Şimdi bunları düşünmenin sırası değil Deniz, derken kendime, helal ediyoruz tüm hakkımızı, gerçi benim onda
pek hakkım yoktur onun bende vardır ama o zaten daha yapmadan helal etmiştir
tüm haklarını. Fatiha okunacak, aklıma gelmiyor o an. Unutmuşum. Sonra Ahmet
Amca’yla konuşuyorum herkes dua ederken. Böyle veda ediyorum ama bir yandan
tabuta bir yandan balkona bakıyorum. Sanki ölmemiş de o balkondan çıkıp
gülümseyecek gibi. Ama öyle olmuyor, mezarlığa geçiliyor. O soğuk günde, ölümü
bile üşüten o soğuk yel eserken, içimizdeki o boşlukta esen rüzgârı nasıl
durduracağımızı bilmezken, toprağa veriliyor Ahmet Amca. Canımın acısını bu
kadar hissedebilmek şaşırtıyor beni. Kalp sızlayınca gerçekten de
hissediliyormuş, ne garip…
Biz seni çok iyi bilirdik Ahmet Amca, ama öyle laf olsun
diye değil, sahiden. Varsa öyle bir yer, sen kesin cennetliksin.
Hoşça kal…

Yorumlar
Yorum Gönder